Emin Alper’in 2012 yapımı filmi Tepenin Ardı, bizlere taşrada bir düşmanlık öyküsü anlatıyor. Filmde düşmanın görünür olmaması, kadrajın düşmanı gösteren, damgalayan/işaretleyen bakışta yer alması anlatıyı farklı kılıyor. Filmde, bir aile buluşmasında yaşananların bir trajediye dönüşmesi, aile ‘liderinin’ başından beri nefret beslediği “tepenin ardındaki Yörükleri” sorumlu tutması ve çevresindekileri de bu düşmanlığa ortak etmesi, işaret edilen düşmana karşı aynı düşmanlık duygularının beslenmesi işleniyor. Filmin anlatısı her ne kadar bir Türkiye temsili olarak okunsa da (Bir Düşmanlık Alegorisi: Tepenin Ardı, Elif Düşova, filmhafizası.com, 2018) esasında çizilen tablo insan olmanın ortak yanları nedeniyle tüm bireyler ve toplumlar için de geçerli olabilecek durumda. Bireyin ve toplumun Öteki’ye karşı duruşu, varlığını devam ettirmek isteyen organizmalar olmamızdan kaynaklı olarak, her zaman temkinli bir algoritma izliyor. Globalizm ve hümanist söylemlerin bize katmaya çalıştığı önyargısızlık ve koşulsuz kabul söylemlerinin insanın binlerce yıllık gerçeğiyle barışamamış yönleri mevcut. Bu güzel bir ütopyayı desteklememek elde değilse de bireyin, kendisine yabancı biriyle karşılaştığında kişinin kendisine benzeyeni öncelikli olarak kabul etmesinin güvenliği açısından daha iyi olacağı önkabulünden dolayı yabancının kendisine görünüşte, fikirde ve inançta benzediği ölçüde ona yakınlık duyabilmesi, benzerlik oranı azaldıkça yabancıya kuşkuyla bakmasının kendisini güvende hissetme ihtiyacından kaynaklandığını akılda tutmak gerekiyor. Filmdeki karakterlerin Yörükleri yalnızca kimlikleri üzerinden düşman olarak işaretlemeleri, Yörüklerin başlangıçta yalnızca farklı bir grup olmaları hususundan yola çıkılarak düşman konumuna sokulmaları bu durumun bir tezahürü. Diğer yandan ortak bir düşmanın bulunması ve seçilmesi, topluluk için bir ‘bir aradalık’ ve güven duygusu oluşturuyor. Çünkü düşman dışarıya imlenmiş oluyor ve içeride aynı duyguların hissedildiği, düşmanlığın bulunmadığı bir ortam elde edilmiş oluyor. Bu durum, varlığını yalnızca bir topluluğa ait olma koşuluyla sürdürebileceği düşü içerisinde olan milliyetçilik veya sınıfçılık tutumlarını da açıklar vaziyette. Filmde Nusret’in bacağından vurulması olayı, topluluğun kendi içinde zuhur eden bir cezalandırma durumu olmasına rağmen düşman yine Öteki olarak seçilerek topluluk içindeki huzur baki kılınıyor. Nietzsche, şöyle der: Toplulukla bireyleri arasındaki ilişki, tıpkı borçluyla alacaklı arasındaki şu temel ilişki gibidir. Bir toplulukta yaşanılır (…) ihitmam içinde, huzurlu, güvenli, dışarıdakilerden ‘huzursuzlardan’ gelecek belli kötü davranışlardan ve zararlardan korkmaksızın yaşanır (…) (Ahlakın Soykütüğü Üstüne, Çeviri: Ahmet İNAM, Ara Yayıncılık, 1990)
Ülkemizi ve dünyayı saran Covid-19 salgını, tüm insanlığı sağlık yönünden yıpratan bir düşman olmasının yanı sıra, korunmak maksadıyla alınan tedbirler kapsamında tüm insanlık için ekonomik, sosyal ve psikolojik sonuçlar doğurdu ki tüm bu alanlarda global olarak bir ilk deneyim yaşıyoruz ve öğretici sonuçlar elde ediyoruz gibi görünüyor. David Robson’ın BBC’de yayımlanan 2 Nisan 2020 tarihli makalesinde (The fear of coronavirus is changing our psychology) artan güvensizlik ve şüpheciliğin farklı kökenlerden gelen bireylere karşı tutumları değiştireceğinden, geçmişte popülasyonu enfeksiyondan koruyacak normlar yokken istemli veya istemsiz biçimde hastalıkların saçılmasından korku duyulduğundan ancak bugünkü durumda bu korkunun önyargı ve zenofobiye evrilebileceğinden bahsediyor.
Alarm durumları modern insanı ilkel hayatta kalma mekanizmalarına geri döndürüyor şüphesiz. Yabancının getirdiği hastalık, hastalığın yanı sıra yabancının da düşman olarak imlenmesine neden olabiliyor. Karanlıktan ve bilinmezden korkan ilk insanlardan bu yana korkularımız binlerce yıllık geçmişinden -modernite ve entelektüelite ile ne kadar sarmalanmış olursak olalım- kopamaz ve özellikle hayatta kalmayla ilişkili durumlarda ilk refleks ilkel köklerden temelini alan bir davranış örüntüsü izler. Bu hem bireysel hem topluluksal anlamda ilerleyen bir süreçtir. Topluluklar anlamında Türkiye Psikiyatri Derneği Ruhsal Travma ve Afet Çalışma Biriminin yazısında şöyle denmektedir: Salgın hastalıklar tarih boyunca, hastalığa yakalananların, hastalanma olasılığı yüksek olanların, yöneticilerin ve sağlık çalışanlarının damgalanmasına yol açmıştır. COVİD-19 salgınının başladığı günlerde Asyalılara, özellikle Çinlilere yönelen ayrımcı ve damgalayıcı söylem ve davranışlar hastalığın dünya çapında yaygınlaşması ile yaşlılar, seyahat edenler, sağlık çalışanları hastalananlar ve yakınları başta olmak üzere birçok kişiyi/grubu hedef almıştır. İlkel kökenlerden gelen hayatta kalmaya yönelik yadsınamaz korkular, bilişsel çarpıtmalardan biri olan genelleme işleviyle birleşerek geniş kapsamlı bir düşmanlık duruşuna yol açmış durumda. Tepenin Ardı filmindeki Yörükler gibi, ırksal bir köken veya meslek durumuyla ilgili genelleştirilmiş bir korkunun yanı sıra düşmanlık duygusu gelişiyor. İnsanın yalnızca bir dereceye kadar kontrolünde olan hastalık, salgın ve bulaştırma durumlarının bireyde veya toplulukta neden yalnızca korku duygusu yaratmakla kalmayıp düşmanlık gibi büyük bir tutumu getirdiğini düşünmek de ayrıca değerli. Topluluksal anlamda Öteki’yi düşman olarak imleme eğilimi bu şekilde seyretmekle birlikte; düşmanlık durumu tekil bireylerin düşman olarak görülme korkusunu geliştiriyor, böylelikle korku/düşmanlık ekseninin topluluktan bireye geçişte tam tersine çevrildiğini görüyoruz. Hastalığı halihazırda deneyimleyenler, atlatmış olanlar ve hiç hastalanmamış olanlar söylemlerinde hastalıktan veya ölümden çekinmediklerini ama başkalarına bulaştırmaktan korktuklarını, baskın duygularının bu olduğunu ifade ediyorlar. Korkudan kaynaklanan düşmanlık duygusu burada “düşmanlıktan korkmaya” evriliyor. Freud’un Totem ve Tabu’da “saplantılı biçimde kendini suçlu bulma” olarak ifade ettiği, yakınının ölümünden dolayı suçu bulunmasa dahi suçluluk duyan kişi gibi, kendisi hasta değilken yakınlarının hasta olmasından dolayı suçluluk duyan bireyler mevcut ve hastalığa sebep olmuş da değiller. Bir yakının hastalığına üzülmek doğalken suçluluk duygusu Totem ve Tabu’daki hayatta kalma suçluluğuna benziyor çünkü: çok doğal olarak ölü canlıları kıskanır (Totem ve Tabu, Sigmund Freud, Alter Yayıncılık, Çeviri: Hasan İhsan, Sy. 74). Kişinin tabii olan üzüntüsü yadsınmaz fakat bilindışında hasta tarafından düşmanlaştırılma korkusu da etkendir. Aynı şekilde bulaştırma korkusu da içerisinde “bulaştıracak kişi olarak görülme” yani buna bağlı düşmanlık korkusunu barındırır. Böylece hastalığın kendisine yönelmesi gereken düşmanlık ve korku, toplumda ve bireyde insan olmanın getirdiği organik kırılmalar nedeniyle “yanlış” hedeflere yönelmekte. Bir topluluğa yönelik düşmanlık duygusu sağlıklı bir düşünme egzesiziyle giderilebilme olasılığına sahipken tekil bireyin korkularının sağaltımı daha derin bir çalışma gerektiriyor.
___________________________________________________________________________
Dilara Elitaş