Kötü şiire denk geldiğimize nasıl şahit olacağız? Sorunun soruluş tarzı bizim ön kabullerle şiire yaklaştığımız gerçeğini göz ardı etmiyor. Şiirden bir şey umduğumuzdan değil, bilakis şiiri umduğumuz için; şiir kendisinden bir şey umulacak yegâne şey olduğu için de değil, bizim ancak şiirin yegâneliğini umabileceğimizden. Kanaatim, göz atma derekesinden okunma seviyesine çıkmış her şiirin iyi şiir olduğu yönünde ancak bu ayrımın iyi-kötü şiir üzerinden değil büyük-küçük şiir üzerinden yapılmasını daha hakkaniyetli buluyorum. Okunabilen her şiir “iyi kötü” şiirdir; biz ona bazı vasıfları dolayısıyla artı değer yükler ve onun şairiyle arasını açarız. Uzun yıllardır uykularıma yoldaşlık eden Saman Sarısı dolayısıyla bu ayrımı yapabilirim sanırım. Saman Sarısı’nı iyi yapan şeylerle büyük yapan şeyler birbirinden farklıdır. İyiliğin narhını spesifik ölçülerle koyabilmek mümkün: ahenk, ölçü vb. teknik ve şairane marifetler. Büyüklük ise arkasına şairi, insanı, toplumu ve tarihi bütün mücessem telkinleriyle aldığında gelir. Saman Sarısı’nın uzunluğu başlı başına bir vakıa. Octavia Paz buna “kapsamlı şiir” diyor ve bu tarz şiiri “Yirminci yüzyılda fevkalade büyük şansa sahip olmuş olan bir şiir biçimi” olarak görüyordu. Görünmenin yasası işledikçe daha oylumlusunu arayışımız, izahı tezyinattan sayılabilenle bir şekilde eşleşiyor. Büyük şiir güzel şiirdir mi demek istiyorum? Bu mümkün ancak güzelliğin günümüzde ancak sathı zorlayan bir tekinsizliği var. Derinlik güzelliğin aşıldığı yerde başlıyor; yani nesneye oranını veren ilk teması aştığımızda. Öyleyse kötü şiirin büyük şiiri oluşturan mediumun kurucu pratiklerini verdiğini söyleyebilirim ya da bunun atlatılamamış ve bu yüzden krizleşmiş bir döngü olduğunu. Geleneğin taşırdığı büyük şiirler parçalanıp kötü şiirlere -örneğin Arz-ı Hal’deki şiirler- rücu ederken, bir zaman sonra şairin kendisiyle restleşmesiyle bu kez kötü şiirler taşıp büyük şiire –Geyikli Gece’ye, Akçaburgazlı Yekta’ya, Terziler Geldiler’e- dönüşüyor. Şiirin burada tek tek şair kaynağından varılacak sorunlu bir psikolojisi var öyleyse. Zihinsel süreçler diyelim ya da şiir mesaisi, elinden iyi şiir çıkmış bir şairin bir daha kötü şiire uğramayacağını temenni ediyoruz. Oysaki Toplandılar irili ufaklı birçok kötü şiiirle kaynıyor. İyi bir bütün olarak hiçbir zaman gündemimizde değil. Kendi kötülerini de kapsayan bir “tastamam”lık; oran görüntüyü bozmayacaksa mazur görülebilir. Turgut Uyar’ın şiirlerarası dengesizliğindense Cahit Zarifoğlu’nun şiiriçindeki tedbirli muvazenesini tercih edişim bu yüzden.
Şiirde kötülüğün sınanma araçlarıyla kötü şiirin sınanma araçları arasına şairin ve okurun niyetiyle tahdit edilmiş bir dolu unsur giriyor. Her kaliteden şiirin bilgisini kapsayan ve akabinde kopyalayan “donmuş kalıplar kültü” bunlardan biri. Şiirin -şiiriçi- vuzuhuna halel getirmeden onu intellectin boyunduruğu altına sokan her türlü şiirde kötü şiirin bir cüzü yatıyor. 555K gibi popülist ve şairinin kudretinden gelen “sorunlu” iyi örnekler dışında neredeyse bütün edebî verimlerimiz bu etkinin altında meskun. İlginç olan büyük olmasa da iyi şiirlerin -Cenap Şahabettin, Faruk Nafiz, Necip Fazıl, Ziya Osman, Cahit Sıtkı, Süleyman Çobanoğlu ve Ahmet Murat’ta olduğu gibi- lirikten gelmiş olması. Hatta Akif’in gerçekliğin acı doğasından sapmayan dinî lirizmi de dahil edilebilir buna. Biraz daha önceye gidersek Sis, Han-ı Yağma, Târîh-i Kadîm ve Doksanbeşe Doğru gibi ardına bir hayat görüşünü alan büyük şiirlerin epik tavrı, iddiamı ters yüz ediyor gibi görünse de temrinlerimi esasen “daha”, “en” ve “çağdaş” yeni şiir üzerinden yapma niyetinde olduğumu eklemeliyim. Nazarımızı “ilk” ile “en” modernin arasına götürürsek şiir bilgimiz tepetaklak oluyor çünkü.
Şiirde kötülüğün sınanma araçları, şairin enaniyeti içinde maruz kaldığı kötülüğün bir aksülameli olabilir mi? Mümkün ancak ben yine de şartların şiiri değil, şiirin şartları doğurduğu kanaatindeyim. Kötü şiirin sınanma araçlarına gelirsek teknik burada elimizi bırakıyor ve biz onu tanımamak, ona maruz kalmamak için büyük şiirler yerine iyi şiirler okumayı tercih ediyoruz. Ezra Pound, T. S. Eliot, Tevfik Fikret, İsmet Özel yerine Baudelaire’e ya da Necip Fazıl’a -orada da Otel Odaları ile Anneme Mektup arasında mefluç zevkimiz gardımıza galebe çalıyor- dönüyoruz mesela. Kötü şiiri neresinden tanıyoruz derseniz, Özel vasıtasıyla Robert Graves’e istinaden kokusundan diye cevaplamak isterim. Ufunetle cerahatin ulu ortalığıyla ilgili bir durum değil bu, tekno bir yanılsama hiç değil. Kötü şiir kendini, teknikle donanmış, ahenkle onanmış -bazen ahenksizliğe doğru bir ahenkle hatta- marifetliliğin yasası olarak işletiyor. Kötüyü kokusundan ayırt etmeye olan meylimiz kötü şiiri habitatından, yan ürünlerinden, beğenilerinden, şair çevresinden, ortamından, dehasından, dergisinden, klişesinden, kültünden ayıramadığımız müddetçe “işte” diyoruz, “bu kötü şiir”dir. Büyük şiirin ardını kollaması gereken şair, insan, toplum gerçeğinin molozlarıyla inşa edilmiş kararlılıktaki müstakil iddiasına sahip çıkıyor bu şiir. İddiası ise tenezzülen geldiği yerde, marifete tabi olduğu yönünde. Bu, benim kuşağımın ve 2010’ların bütün güzel hasletleri dışında, “şiir cemaati”ne harcı kaba lirizmle de olsa ödenmemiş bir çok “ilk iyi şiir şairi”ni şiire ruhsatsız kabul etmesiyle oldu. Kötü şiirler okuduğum için mutsuz muyum, sanmıyorum. Yolum artık kötü şiirle kesişmiyor çünkü. Kötü şiirin kendi iradesi, dergisi, ortamı var. Şair kendi beğeni dairesini yarattığında o aralıktan istenmeyenin sızması neredeyse imkânsız. Şair kendi iyiliğini bilir, büyüklüğünü de. Birbirini sağaltamayacaklarsa da -ki şiirin öz meselelerine dönmemenin kesifleştirdiği ihmalden eczanın günü geçmiştir- kötü şiiri ancak kötü şair tanır. İyi şair müsamahakârdır ve şiirin oluşuna da bir imkân tanımaya mükellef sayar kendini. Kestirip atmak kime vergiyse orda bir düzeysizlikle aşınmış satrapını bulamayan bir çığırtkan mukimdir. Kötü şiir muhatabını hiç aramamış ya da çok bulabilmiş olabilir. Kötü şairlerin nefret edilmek yahut çok okunmak için kendilerini bu denli ileri sürmelerinin altında yatan neden tam olarak budur.
Marşların kötü şiirler olduğunda hemfikirsek dahi İstiklâl Marşı’na kötü şiir diyecek olanın şiir zekasını ölçmek için alnını karışlamak gerekir. Sakarya Türküsü ise büyük ama “pek de iyi” olmayan şiirler kategorisinde değerlendirilse -gerçekten işi bilenler nezdinde- büyük bir tepkiyle karşılaşmayız. Kötü şiirler dengedeki bir şeyle dengi olmayan bir şey arasına sıkışmamıştır, çünkü mizanda durmak için satıh temin etmek gerekir. Kötü şiirinse duruşu yok, akışı vardır. Bu onun gelip geçiciliğini mi işaret ediyor, sanmam. Gelip geçicilik dönemi “her şeyin” son on yılında tamamen kapandı gitti. Şimdi sadece “geçicilik” mevzisindeyiz. (Neden mevki değil de mevzi dediğim, şiirden anlayanların farkındalığına kalsın.) Tabii bu biraz da maliyet meselesi. Yani şiiri yazdıran kuvvetin o anda başkaca bir yazıya, maddeye, keşfe intikal edemeyeceğinin bilgisine sahipsek neyin orada şiir tarafından kesbedilmeye layık görüldüğünü de biliriz. Kötü şiir buradan da kendini ayrıştırır. Şairane zaruret ondan hasıl olmaz. Kendini şartların elverişliliğine bırakır, kağıda düşmese çıldırtmaz. Yaşamaya bir zeyildir sadece, yaşamın kendisi olmaya meyletmez. Sağcılık Şiirleri’ni okuduğumda, şiirlerdeki kırılmış hayat temrinlerine rağmen içim şiir namına büyük bir “yaşama” ile dolmuştu. Keza Kuzgun, Piyale, Kötülük Çiçekleri, Eski Şiirin Rüzgarıyla, Yaşlı Denizcinin Ezgisi, Cehennemde Bir Mevsim, Dünyanın En Güzel Arabistanı, Güz Bitiği, Çocuk ve Allah, Tehlikeli Belki, Soldurmayan İmlâ, Şiirler Çağla, Sert Geçecek Bu Kış, Musap, Ci, Tanısan Seversin, Büyükşehir Kahve Molasında, Güzelliğimden Ölüyorum, Cevapsız Aramalar, Blitzkrieg, Taşın Fazlalığı Yoktur ve Demirin Demiri Kesme Sesi’nde de aynı duyguyu tecrübe ettim. Şunu fark etmem zaman almadı: Bütün bu şiir toplamının iyiliği, kötü şiirlerin zaptına imkân sunuyor ve anakronik de olsa Kantolar, Çorak Ülke, Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başladı, Hızırla Kırk Saat ile Savaş Bitti gibi büyük şiirlerin çarkını döndürürken aynı anda arkından da besleniyor. Bütün temassızlıklarına rağmen üstelik.
Elle tutulur bir tanım yapmaktan kaçmayı yine lafı dolandırma hünerimle -şiirde olduğu gibi- başardım sanırım. Çünkü bir süredir hayatı “düzeltilmezse öylece kalacaklar ve üzerime yıkılacaklar” nevinden, uğraşılmaya değer iki iş kabilinde görüyorum. Bu görüş elbette şiiri, ortasından konuşmayı gerektirecek kadar üzerime devrilme ihtimali taşıyan bir riske çeviriyor. Bu nedenle büyük olana ermek içini iyiyi gözetmem gerektiği hususunda kötü şiirin, şiirin tabiatına uygun olmayışını düşünmem de pek tabii. Elbette bir marjinalin çıkıp her zaman “kötü şiirler yazdığımın farkındayım” deme lüksü vardır. Hatta bilakis Özel’in iyi şiirlerinden birinin adı Kötü Şiirler değil mi? Adı afili kötü şiirler yazmaktansa bizzat Kötü Şiirler olarak adlandırılmış iyi şiirler yazmanın “hoş”luğu üzerine de kafa yoracak değilim. Türk şiirinin dili ile dimağı arasındaki mesafe arttıkça aradaki menfezlerden sızacak bir dolu kötü şiirden çeyrek asrın deneyimleri neticesinde haberdarız ama şu da var ki her şeye rağmen zemini kollayan Türk şiiri aynı kudrette arada bir başını çıkarıp sathı yokladığında neyin içeri alınmaya değer olduğunu da bilmiş olacağız. Bilgiye eriştiğimiz yerin kontrolü yine de bizim irademizde. Belki artık şairine büyük şiirler yazdıracak bir şair ve dünya hayatı imkânı kalmamıştır. Bu doğruysa da “her şeyin beğenisi”ni sadece şiire tahsis edilmiş ve şiirle sınanacak bir alan olarak açarsak, mümkünlerin temkinli ve ortodoks vasatına erişmek işten değil. Bununla beraber iyiyi vasat ve estetik değer kılmamız, bütün olan biteni bir derece kaydırarak kötüyü iyi yapacağından her şeyi kendi yerinde mukim kılmak şimdilik daha makul görünüyor.
One thought on “[yazı] MARİFETLİ GÖRÜNMENİN YASASI: KÖTÜ ŞİİRLER | salim nacar”
[…] Muhataplar: Murat Üstübal, Cihat Duman, Enis Akın, Sinan Özdemir, Efe Murad, Burak Ş. Çelik, Monica Papi, Ekin Metin Sozüpek, Azimet Avcu, Münir YenigülSoruşturma Özel Yazısı: Salim Nacar, “Marifetli Görünmenin Yasası: “Kötü Şiirler” […]