“O Ev”de bir gece. Pencereden dışarı, sarmaşıklara bakarken yüzümü görmüş o büyük şair de “O Ev”de. Dönmüştüm oraya ve yüzümü aramıştık sarmaşıklar içinde. Yemin ederim ki yaşadım ben bunu. Bu bir şair yemini de değil üstelik. Evet, saatlerce. Ben o sabah bir sınava girmek yerine koşturarak gelmiştim. Telefon bana E.’den gelmişti. “Ali selam, biliyorum saat sabahın yedisi ama böyle bir durum oldu; L. Seninle konuşmak istiyor.” Her şey böyle başlamıştı.

Her şey biraz başından, biraz da kıçından anlatılmalıdır ve anlam okuyucuya bırakılmalıdır. Bu metnin mesajı biraz da bu.

Biraz da başka şeyler.

Gelelim başka şeylere.

Belki o gece, belki bir başka gece ama o evde Abi Bey ile bir dert peşindeydik. Büyük ressamın yaptığı heykelciği küllük sanıp cıgarayı söndürmek üzereydim. “Hop hop!” demişti, “oğlum o bir A.D. heykelciği, deli misin sen!”

Şaşırttı beni çünkü A.D.’nin yontuları olduğunu bilmiyordum. “Kimse bilmiyor zaten, sanat tarihimizin bile bundan haberi yok babacım.”

Ona bunları kimin verdiğini biliyordum. O Ev‘den ve oradakilerden kendimce razıydım Abi Bey‘den de. Cehdine ve pek çok erdemine hayranlık duyuyordum çünkü bir budalaydım. Dostoyevski’nin o kitapta sözünü ettiği “ilk baskı budalaları”ndan biriydim belki. Geç uyandım. Uyanmadım da uyandırıldım aslında.

Dağıtmayayım; o gece ya da bir başka gece Abi Bey’e, kuracağım dergiden bahis açmıştım. Elbette Diğer Abi’ye de. Sahaf festivalinde tanıştığım şairlerin rahatsızlığını kalbimde duyuyordum. İyi şairler “bir yerlerin şairi” olmaktan çekindiği için o iyi şiirlerini ortaya sermekten imtina ediyordu. Kötü şairler “bir yerlerin şairi” olmak için sıra oluyordu; ezbere sözlerle, apırılmış, sahiciliksiz dizelerle editörleri tavlamaya çalışıyorlardı. Birtakım yayıncı iyi şairleri kendilerine çekmek için “en üstad bizde,” reklamı yapıyordu; bir takım ise o sözünü ettiğim sahiciliksizlerle işi pişiriyordu. Edebiyatımızın savaşı budur: bir sahicilik savaşı. Çokluk bunu sahiciliksizler kazanmıştır ya da öyle görünmüşlerdir. İçeride bir yerde ise pek çoğumuzu müthiş bir kaygı, suçluluk azabı ve diğer olumsuz duygular çevreler. Kaybetmiş oluruz.

Başka şeyler.

Kaybettiğim oldu benim de. kafagöz’ü yayımlarken yanımda olan iki şairden birine haksızlık ettim ve onu kaybettim örnekse. Bir diğerinin sözünü doğru kabul edip ona bir ayar verdim kendimce. O ayarda haksızdım. Gelgelelim yalan sözlerlerde Abi Bey‘e ve Diğer Abi‘ye söylenen ve aramın açılmasına neden olan kimselere hakkımı helal etmiyorum; dolduruşa gelenlere değil. Zira ben de dolduruşa gelmiştim. Bunu şimdi, kafagöz’ün yayımlanmaya başlamasından yedi sene sonra fark ediyorum. Aslında bu huzursuzluk ortaya çıktığında ikisini birden kaybetmeliydim. Böylece haksızlığın inadı ve zehirlenmemiş bir şeyin ısrarı yanımda kalırdı. Esas kaybetmemem gereken şey bu.

Bunu yıllar önce bir Kadıköy yolunda söylemiştim. Arabamda P. ve kafagöz’ü yayımlarken yanımda olan iki şairden diğeri vardı (onu bu yazıda müstearının değil gerçek adının ilk harfiyle, O. ile anacağım). “O gün,” demiştim, “Sen bana F. ile ilgili durumu anlattığında onunla beraber sana da yol vermeliydim. Çünkü artık eskisi gibi olamazdık. Seninle de olamazdık. Siz kafagöz’de neyin olmaya çalıştığını anlamamışsınız. Birbirinizle bir tür dalaşmaya girmişsiniz ve ben birinize hak vermekle yanlış yapmışım.” Hiddetlenmişti bu sözüme çünkü haklı olduğumu biliyordu. Burada da haklılığın inadı devreye giriyor. Hiçbir zaman caymadım haklılığın inadından. Çünkü Ece Ayhan’a herkesten çok inanıyorum. kafagöz’ün künyesinde yazan adres Mor Külhani’de geçen eski şair çıkmazındadır. Evim de orada zaten. Şimdi burası bir sokak; önceleri çıkmazmış. Şair buradan sağına dönmüş ve bakmış, Valide Atik’teki hamamı görmüş. Benim çocukluğum o hamamda yıkanmakla geçti. Anam babamdan ayrıydı. Ben babamla yaşardım. Babam beni yıkamazdı, utanırdım (fallik nedenler). O yüzden hamama giderdim ve o hamamın tellağı bi’güzel keselerdi beni. Belki Mor Külhani’deki külhanbeyi de o hamamdandı. Bunu asla bilemeyeceğiz.

O gün P. kendini pek arada kalmış hissetti. Bunun için mahcubum. Yine de kafagöz’ü yayımlarken yanımda olan iki şairden diğerinin (yani O.) peşinden gitmek yerine benim yanımda kaldı. “Neden böyle oldu şimdi, anlamadım,” dedi. Ben anlıyordum, o da anlıyordu, O. da anlıyordu. Aslında üçümüz de (hatta dördümüz) o hiddetin altında yatan şeyin farkındaydık.




Kasım 2024 yılı kafagöz’ün yedinci sene-i devriyesi oluyor. 2017 yılının kasım ayında kafagöz ilk sayısını yayımlamıştı. Ben hayatımda öyle bir mutluluk yaşamamışım; şimdi daha iyi anlıyorum. O yıllarda “O Ev”de Abi Bey bana patronu olan büyük üstad’ın söylediği bir şeyi söyledi. “Edebiyat dergisi,” dedi, “bambu ağacı gibidir. Sen bambu ağacını biliyor musun?”

“Biliyorum ama bağlamı anlayamadım abi.”

“Bir bambu ağacının olgunlaşması tam yedi sene sürermiş.”

“Hmm.”

“Yani bir bambu ağacının bambu ağacı olabilmesi için yedi sene beklemek gerekir. Bir edebiyat dergisi de gerçek bir dergi olmak için yedi sene boyunca varlığını sürdürebilmeli. büyük üstad söylemişti bana bunu.”

“Anlıyorum,” demiştim ve artık anlamıştım. büyük üstad’a göre dergi en az yedi sene kapanmadan, küsmeden, korkmadan, çekinmeden dergi olmaklığını sürdürebilmeli. “En az” şerhini ben düştüm, yazımın devamında açıklayacağım.




Bir mesaj geldi Instagram’dan. Bir zamanlar kafagöz’ü yayımlarken yanımda olan iki şairden biri, O. idi mesajı atan. Aynen şunları yazmış: “Vakti geldiğinde ölmeyi de bilmek gerek. Güzel bir son sayıyla cesedi toprağa ver. Yeterince gömülmeyen her şey kokar. Kendini yeniden icat edecek bir şey bul. Artık buna bir son ver. Bu zamana dek yazanların listesiyle bir teşekkür metni kaleme al. Tükürdüğünü yalama 5 yıl geçeli çok oldu. Cesur ol. Bir son ver.”

Bak sen!

Vakit çoktan geldi ve ölen sen oldun O. kardeş. kafagöz canlı değil, ölmez. Senin ya da senin gibilerin sözleriyle de iyiye yahut kötüye gitmez. Yavaşlar ama durmaz çünkü bu derginin varoluşunda sahipsizlik, aitsizlik yatmaktadır. O nedenle kafagöz balonsuz hava sahası olmaklığıyla kaimdir. Rahatsızlıkların ve hoşnutsuzlukların ilâmı olmakla mükelleftir. Sen bir rahatsızlıktın ve dehlendin. Üstelik bir at bile değildin. Bir şiirimde sözünü etmiştim “atları neden vururlar bilir misin?” Ben seni vurmadım, sana vurmadım. Aksine zaman içinde hem F.’ye hem de sana el uzattım. F.’ye yıllar önce davet edildiğim bir etkinliğin çıkışında denk gelmiştim. Yanında Kadir adlı yetenekli bir şair çocuk vardı. F.’yi gördüğüme sevinmiştim çünkü yıllar var ki görmemiştim. Bana bakmıştı; gözlerinde haklılığın inadı vardı ama “kendince haklılığın” inadı. Gözlerinin akında parlayan bir öfke, sokak lambasından yansıyan bir ışık olarak beliriyordu bana karşı. “Selam F. nasılsın?” demiş ve elimi uzatmıştım. Kadir bizi seyrediyordu, O. arkadan bize bakıyordu. F. elimi havada bıraktı ama gözünü benden ayırmadı. Ağzının kenarında bana “Hassiktir lan oradan!” diyen bir tebessüm saklıyordu. Görüyordum ve duyuyordum. Ben de gözümü ondan ayırmadım ve elim bir süre havada kaldı. Bir süre sonra “Öyle olsun,” dedim ve indirdim elimi. Öfkesini anlıyordum, inadını. Ama o sıralar O.’nun bundan duyduğu hazzı fark etmemiştim (orada bir “haz” olduğunu bana zaman gösterdi). Belli ki elân budalaydım (belki burada “safdil” demek daha doğru).

Evet.

O. şimdi sözüm tekrar sana: bu dergiye tek katkın birtakım kitapçılara balya bırakmak oldu senin. Bazı şairlerden de kafagöz adına şiir istedin. Kimbilir nasıl istedin onlardan o şiirleri; şimdilerde bunu düşünüp sana değil ama kendime kızıyorum. Çünkü o şiirlerin hiçbirini okumadın, değerlendirmedin. kafagöz’e gelen her bir şiiri kendi başıma okudum, her bir şiire ben cevap verdim. Genç, yaşlı, iyi, kötü, amatör, yetkin demeden her birine, gerekli gördüğüm mesafeyi kurarak cevap verdim. Kötü şiirlere iyi olanlardan daha hassas yaklaştım çünkü onların neden kötü olduğunu bilmeye hakları vardı. Bunlardan kimi daha sonra çok iyi şiirler yaptılar. Çok iyi olan kimilerinin de zamanla bir paçavraya döndüğü gibi. Sen onların hiçbirine kıymet vermedin. Sen, senden başka hiçbir şeye kıymet vermedin. Bu kendine yaptığın en büyük ayıptı. kafagöz’den işte biraz da bu yüzden dehlendin. Birtakım şairlere “ben de kafagöz’ün bir parçasıyım” diyerek hava atmak suretiyle, yukarıda sözünü ettiğim katkını da iç etmiştin zaten. Oysa bu derginin bir parçası olmak “hava atılacak” bir şey değildi. Bu havalı bir şey de değil zaten, olamaz. Şairliğiyle övünenden tiksinin kardeşlerim. Onlar iyi şiirler de yapsa asla şair olamaz. Şairliğinden rahatsız olmalı insan; şairliği onun belası olmalı ama gerçek bir bela; “ortamlarda satılan” bir bela değil. Sen önce o pek sevdiğim ve büyük olan şiirlerini, sonra da kendini, şimdilerde sana sırt çevirmiş o ortamlarda sattın. Şimdi beş para etmiyorsun. Ceset olan sensin ama kokmuyorsun.

Üstelik yanlış hatırlıyorsun. Sen bambu ağacını bilir misin? Bir bambu ağacı bambu ağacı olabilmek için tam yedi sene, sürekli büyür, durmaz. Upuzun bir ağaca dönüşür. Yedi senenin sonunda o artık gerçek bir bambu ağacıdır. Ama bu demek değildir ki yedi sene bitti; artık bu ağaç ömrünü tamamladı ve ölmesi gerek. Değildir, değildir. büyük üstad’ın Abi Bey’e, Abi Bey’in de bana anlatmadığı küçük bir detay var bambu ağaçlarıyla ilgili (bunu kendim öğrendim): bir bambu ağacı ortalama 120 sene yaşar. Dolayısıyla kafagöz’ün gidecek daha çok yolu var.

Ali Yoksuz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorum gönder